DünyaMakaleler

Obama, İran ve İsrail . . .

Obama, İran ve İsrail

Barack Obama’nın Birleşik Devletler başkanı olarak seçilmesi hem ABD hem dünya çapında muazzam sevinç ve şevk yarattı. Obama’nın yükselişi, yeni ve daha iyi bir dünyanın başlamak üzere olduğuna dair umut ve güven beklentisinin yükselişiyle beraber görüldü.
Obama’nın bazı hararetli taraftarları daha da ileri giderek Obama’nın seçilmesinin ABD’de kökten bir değişimin işareti olduğunu ve ülkede yeni bir çağın doğuşunu görmek üzere olduğumuzu ileri sürdüler.

Obama taraftarlarının hoşuna gitmeyecek ama ben, bu çeşit umut ve tartışmaların yalnızca safça ve mantıksız olduğunu değil aynı zamanda potansiyel olarak tehlikeli de olduğunu söyleyeceğim (Siyah bir adamın Birleşik Devletler başkanı olarak seçilmesinin kendisinin anıtsal bir başarı olduğunu kabul ediyorum fakat bu, burada gündem dışı).

Obama’nın, ABD’nin Gorbaçov’u olduğuna inananlar da var. Bu bir dilek değerlendirmesi. Obama’nın amacı, başkanlık yaptığı sistemi “yeniden yapılandırmak” değil, Gorbaçov’un amacı ise buydu (Gorbaçov’un başlıca düsturu olan Prestroyka’nın kelime anlamı yeniden yapılandırmaktır. Bu kelimeyi, diğerlerinin yanında, “kitlesel girişimlerin”, “toplumsal adaletin prensiplerini tutarlı bir şekilde taahhüt etmenin” ve “özerk sosyalist hükümetin” ifadesi olarak kullanmıştır). Sonra değineceğim gibi, Obama, kökten bir değişimi başlatacak kapasitede değildir. Yapabileceği ve yapacağı şeyler, mütevazı bir şekilde, daha çok Bush idaresinin ülke içinde ve dışında yaptığı tahribatı tamir etmeye çalışmak gibi şeyler olacaktır.

George W. Bush idaresi sırasında, Birleşik Devletler’in, Amerika’ya sempati duyan kişiler ve ülkeler nezdindeki kredibilitesi ve itibarı çok büyük darbe aldı. Obama, onların ABD’ye olan sadakatini tamir etmek için burada. Daha da önemlisi, Obama, otuz yıl önce neoliberal ekonomi-politikalarının ve azgın serbest-pazar kapitalizminin ABD’nin kapısının önüne yığdığı ekonomik problemlerin bazılarının üstesinden gelmek veya en azından bunları yoluna koymak için burada.

Ülkede gittikçe artan sayıda kişi, sistemin yürüyeceğine dair güvenlerini kaybetmeye başladı ve bunu gidermek için bir şeyler yapılmalı ve tez elden yapılmalı.

Obama, yeni bir Franklin D. Roosevelt de değil. Ne de Roosevelt’in karşı karşıya geldiğine benzer bir durumla karşı karşıya. Bir kere, Obama, işgücünün yüzde on beşinin grevde olduğu bir ülke ile yüzyüze değil. Ayrıca ülkede kargaşa belirtileri veya anti-kapitalist fikir veya hareket patlamaları, en azından şimdilik, yok.

Obama’nın bütün yapabileceği veya yapacağı, ekonominin neoliberal yeniden yapılandırılmasının son otuz yıldır bozduğu ve temelinden oyduğu Roosevelt’in New Deal reformlarının bazılarının daha zayıf şekillerini tekrar gündeme getirmek veya yeniden uygulamaktır. Burada bahsedilmesi yerinde olacak bir nokta daha var.

O da, Roosevelt ortanın-solu bir ilerici idiyken –veya ülkede militan ve güçlü bir işçi hareketiyle karşı karşıya olduğundan bir bakıma öyle davranmış ise de– Obama, kendisini, sola-yaslanan ilerici olarak lanse eden ortanın-sağı bir politikacıdır.

Bazı bakımlardan Obama, Bill Clinton’ın tıpatıp kopyasıdır. İkisi arasındaki benzerliklerin bir göstergesi, Obama’nın kurduğu kabinenin içeriği ve çevresine topladığı insanların niteliğidir. İdaresine getirdiği kişilerin çoğu genellikle muhafazakâr Demokratlar, Cumhuriyetçiler ve Bill Clinton idaresinde görev yapmış kişilerdir. Benzerliğin bir diğer göstergesi de, tıpkı Clinton gibi Obama’nın da, sola-yaslanan ve ilerici-fikirli insanları, onların görüşünü benimsediği ve değerlerine kıymet verdiğine dair inandırma ve yanlış bir imaja sürükleme konusunda politik bir idrak ve kurnazlık yeteneği olmasıdır.

İkisi arasındaki esas fark, Beyaz Saray’a geldiklerinde içinde bulundukları koşullardır. Clinton göreve başladığında, Ronald Reagan’la başlayan ve birinci George Bush yönetiminde devam eden ekonominin neoliberal yeniden organizasyonu, kapsamlı bir yasal ve kamusal/ekonomi politikalar sistemi halinde pekiştirilme gereksinimi içindeydi. Ayrıca, (genellikle “globalizm” olarak adlandırılan) ulusötesi kapitalizmin çıkarlarını ve taleplerini geliştirmek için gerekli olan yasal yapılar oluşturma projesi Washington’un politik gündeminin en üst sırasında yer alıyordu. Clinton kapitalizmin bu iki gereksinimini de karşıladı. NAFTA’nın onaylanması, refah ve insanlara diğer haklar garantileyen sistemlere son darbeyi vurmak ve birçok düzen bozucu ve sendika-karşıtı politikaların ve kanunların geçirilmesi ve uygulanması Clinton döneminin başlıca mirasıdır.

Obama ve Clinton arasındaki diğer bir fark da, Obama’nın, Clinton idaresi sırasında yasalarla resmîleştirilmiş olan neo-liberal maceraların fecî sonuçlarından bazılarının çirkin, canavar başlarını ortaya çıkarmaya başladığında iktidara gelmiş olmasıdır. Obama, Clinton’ın “başarılarının” ve Bush’un başarısızlıklarının sonuçlarının üstesinden gelmek gibi muazzam bir görevle karşı karşıya kalmak talihsizliğine sahip.

Obama kahramandır! O bizi kurtarmaya geldi! O sorunları çözecek ve her şeyi tekrar yoluna koyacak. Obama, “umut”un cisimleşmesidir ve Washington’daki her şeyi “değiştirecek”. Obama hakkındaki bu coşkulu ve safça duygular, seçildiği sırada ülke içi ve dışında oldukça yaygındı -ve hâlâ da yatışmış değil. Obama, kampanya sırasında, vatandaşların, Amerikan politik sistemi konusundaki keder ve tatminsizliklerini Demokrat adayların seçimi sırasında enine boyuna çok erken bir dönemde kavradı ve belirsiz “umut” ve “değişim” mesajlarını büyük amirane bir beceriyle seçmenlere sundu.

Noam Chomsky’den alıntı yapacak olursak, mesaj, “Obama destekçilerinin dileklerini yazacakları gerçek bir boş tahta” olarak sunulmuştu. Ancak Chomsky’nin hemen eklediği gibi, “Web sayfalarında bu dilekçeler görülebilir fakat bunların siyasetle olan ilişkisinde pek bir paralellik göze çarpmaz ve parti idarecilerinin de çok iyi bildiği gibi, seçmenlerin dilekleri kampanyanın onların önüne koyduklarıdır” (Z Magazine, Şubat 2009).

İran’da bazı arkadaşlarla görüştüğümde, onların tüm bu coşkulu Obama korosu hakkındaki safdillik ve tecrübesizliklerinin derecesiyle hayrete düştüm. Büyük bir dehşet içinde bu konuda yalnız olmadıklarını da anladım. Tüm dünyada insanların büyük çoğunluğu, George Bush’un Amerika’sının elinden sekiz yıl çektikten sonra, Obama’nın kaliteli ve değişik bir kişi olduğu ve ABD’de onun önderliğinde yeni bir dönemin başlamak üzere olduğuna kendilerini yoğun duygularla inandırmışlardı.

Bana öyle geliyor ki, dünya çapında pek çok insan, özellikle de gelişmekte olan ülkelerdeki genç nesil, Obama heyecanıyla sarhoş olmuş -veya açıkça kandırılmışlardı. Onlar, Batı medyası tarafından harekete geçirilip şırınga edilen ve tüm dünyadaki Amerikan şirketlerinin çıkarlarını dayatan entelektüel ve kültürel liderler tarafından estirilen sözde “değişim” denilen mesajla ele geçmişlerdi.

Kanımca ABD’deki insanların çoğunluğu, dünyadaki heyecanın çoğunu paylaşmıyor. ABD’deki Obama olayının başlıca heveslileri, Bush’un başkanlığı sırasında korkuya kapılmış ve Obama’yı bir nefes temiz hava olarak gören 20-40 yaş gruplarında, eğitimli ve ileriye-bakan-orta sınıfların geniş kesimlerinden oluşmaktadır.

Ben, Obama hakkındaki bu tantanaya karşı olarak, onun ve Bush veya daha önce gelmiş herhangi bir ABD başkanı arasındaki farkın kalitatif değil sayısal olduğunu söylüyorum. Bush’ta olduğu gibi Obama da Amerikan devletinin başkanı olarak, Amerikan kapitalist sisteminin direksiyonuna oturacak ve nereye gitmesi gerekiyorsa onu oraya götürecektir.

Bush çok kötü bir sürücüydü; pek çok kazaya neden oldu; pek çok kişiyi öldürdü ve sakatladı; motora zarar verdi; onun idaresinde pek çok kişiyi araba tuttu; ve ABD ve dünyada pekçok dürüst kişiyi öfkelendirdi. Diğer taraftan Obama sakin bir yönetici; ve aynı zamanda mükemmel bir sürücü olarak görünüyor. Amerikan sistemini arzu edilen yöne güvenli ve zevkli bir seyahatla götürecek veya en azından götürmeye çalışacak.

ABD, Obama’nın seçilmesiyle herhangi bir şekilde köklü veya kalitatif değil, yalnızca kozmetik bir değişime uğradı. Artık, ‘kuralları Amerika’nın koyduğunu ve dünyanın bunlara uymak zorunda olduğunu’ söyleyen kaba ve terbiyesiz bir imparatorun kibir ve küstahlığına maruz değiliz. Şimdi başımızda eğitimli, zekî, terbiyeli, mantıklı-görünen ve iyi hatip bir başkan var. Obama’nın seçilmesiyle, birdenbire Amerika, birkaç ay öncesi gibi iğrenç görünmemeye başladı.

Fakat önemli olan, bu yüz değişikliğinin, güçlerin yapısını ve Amerika’yı Amerika yapan çıkar çevrelerinin doğasını değiştirmediğidir. Amerikan kapitalizminin hedefleri, Obama’nın liderliğinde de, ondan önce olduğu gibi sürecektir: ABD’de ve tüm dünyada muazzam kâr hasılatları toplamak ve küresel serbest girişimci sistemin stratejik çıkarlarını ve üstünlüğünü tüm dünyada hakim kılmak. Obama, istese bile bu hedefleri değiştiremez.

Obama’nın yapabileceği ve yapacağı tek şey, ulusötesi süper-zengin elitlerin ve onların uşaklarının ufak sınıflarına dahil olmayanlara politik dirayet ve zekâsını, serin ve sakin tavırlarını ve söze hakimiyetini (kısaca “sihirini”) kullanarak, bu hedeflerin kabul edilebilir, “mantıklı”, “doğal” ve tehdit-edici olmadığı—hâttâ “ahlâkî” olduğu—görüntüsünü vermektir. Obama’nın yapabileceği şey, sihirini kullanarak, bu bir avuç azınlığın gereksinim ve çıkarlarının insanlığın çıkarlarını temsil ettiğine (Bush’un dile getirmekten bile çekindiği) bizleri inandırmaktır.

Daha da öte, insafsız ve patavatsız bir saldırgan olan Bush’un aksine, Obama, ne zaman erdemli bir devlet adamı olarak davranacağını ve ne zaman savaş dayatacağını bilen kurnaz bir general olacak gibi görünüyor. Yalnızca tüm çareler tükendiğinde, gözdağı verme, zorbalık ve nihayetinde savaşa başvuracaktır. ABD’nin uzun zamandan beri liderliğini yaptığı küresel serbest girişimci sistemin çıkarlarını ve hakimiyetini korumak için nazik konuşacak, bazen geri çekilme taktiklerini kullanacak ve şurada burada itiraflarda bulunmaya gönüllü olacaktır.

Özellikle İran Körfezi bölgesi olmak üzere Ortadoğu söz konusu olduğunda, Amerika’nın stratejik hedefleri otuz yıldan beri neyse gene aynı kalacaktır, yani, devrim-sonrası İran’ını imha etmek ve bölgede tam üstünlük sağlamak. Chomsy’nin de ileri sürmüş olduğu gibi, İran’ın günahı yalnızca Washington’dan emir almayı reddetmesi değil, daha kötüsü, ABD’nin Ortadoğu’da bir hegemon güç olarak hakimiyetine meydan okuma cüreti göstermesidir. ABD dış politika mimarlarının gözünde bu tür bir davranış tamamen kabul edilemez ve bağışlanamaz bir davranıştır. Amerika’ya itaat edilmelidir ve bunu reddedenler ya yıkılmalı (Saddam örneği) veya satın alınmalıdır (Kaddafi örneği). ABD’nin Ortadoğu’da kesin ve tam kontrolü ele geçirme stratejisinin önünde duran ve bunu sabote eden bölgedeki tek ülke İran’dır (Devrim-sonrası İran nötralize edildiği takdirde Suriye, Hizbullah ve Hamas’ın ABD’ye karşıtlığı hemen çökecektir).

Bush’un İran’ı yıkma politikası (“rejim değiştirmesi”) başarılı olmadı. Ezme taktikleri İran’ı sindirip onun boyun eğmesini sağlayamadı. Son yıllarda Ortadoğu’daki Amerikan gücünün zayıflaması, Irak’ta kısıldığı kapandan hâlâ kurtulamaması ve Afganistan bataklığında gittikçe daha da derine batması göz önüne alındığında, Obama, İran’a bazı ayrıcalıklar tanımaya gönüllü olacaktır. Ancak bu ayrıcalıklar yalnızca İran’ın, ABD’nin bölgedeki sorgulanamaz üstünlüğünü kabul etmeye istekli olduğu taktirde olası olabilecektir.

Obama, hiç değilse bir süre, yaklaşımında kesinlikle yatıştırıcı bir ton kullanmayı deneyecektir. Yıldırma taktiklerine ve bombalamaya müracaat etmeden önce kendisinden küçük olan hasmını ilk önce avlayıp oyuna getiren kurnaz bir general gibi, Obama, çok yakında, havanın yumuşatılması için ABD şartlarını kabul etmesini sağlamak üzere, İran’ı diplomatik olarak avlama ve oyuna getirme uygulamalarına başlayacak. Bunun kolay bir oyun ve İran’ın da satın alınmak için ucuz olmasını ummakta. Eğer hiçbir şeyden sonuç alamazsa, Obama tereddüt etmeden İran’ı vuracaktır. Burada korkunç olan nokta, saldırdığı takdirde, Bush’un İran’a saldırmasında karşılaşacağı dirençten daha az dirençle karşılaşacak olmasıdır. Obama hakkındaki heyecan, insanların çoğunu, “Obama adaletli ve mantıklı bir kişi olduğundan dolayı hata yapmaz” yollu yanlış bir inanışa sevketmiştir. Bu insanlara göre eğer Obama İran’ı bombalamaya karar verdiyse, bu, başka seçenek olmadığı içindir.

Bütün bunların ışığında bakarsak, Obama’nın seçimiyle gelen meydan okumaya karşı İran’ın cevabı ne olmalıdır? Son birkaç yıldır, İran, diplomatik masada kartlarını son derece iyi oynadı. İran’ın oyun plânını sürdürmesi gerektiğini söylüyorum. İran, ne stratejik hedeflerini değiştirmeli ne de onları indirgemeli. Özellikle de nükleer enerji konusunda bir milimetre bile geri adım atmamalı.

Washington’daki kozmetik değişime karşı, Tahran, kendine has bir kozmetik değişim versiyonuyla ortaya çıkmalı. İran daha yumuşak bir ses tonuyla konuşmaya başlamalı. Aynı zamanda gereksiz ve hiddetli retoriğini kesmeli ve kendini geçmişte olduğundan daha akla uygun bir görünüme kavuşturmalı. İran, ayrıca, politik kelimelerle oynayıp, konu değiştirme sanatına hakim olmak için daha çok çabalamalı ve Amerikan politika sınıfının uzmanı olduğu halkla ilişkiler oyununun nasıl oynandığını öğrenmek zorunda. İran, şu veya bu konuda geriye çekilecek kadar esnek olmalı, zaman zaman taktik tavizler vermeli fakat stratejik çıkarlarından asla geriye dönmemeli ve onlardan asla taviz vermemelidir.

İran’ın ABD’ye gereksinimi olmasa da, havanın yumuşatılması İran’a da yarar sağlayacaktır. İran, şimdiye kadar başarıyla yaptığı gibi kendisine yönelmiş askerî saldırıları savuşturmayı sürdürdürürse, Ortadoğu’da statüko korunabilir. Ortadoğu’da şimdiki mevcut statüko, İran’ın stratejik hedeflerini elde etmesi için uğraşmasına izin vermektedir. Alternatif olarak söylersek, mevcut statüko, İran’ın politik bağımsızlığını ve bölgedeki süpergüç statüsünü sürdürme yeteneğini azaltmaz. Gerçektir, ambargolar kısa vadede İran’a zarar vermektedir. Ancak uzun vadede, ülkenin kendisine-güvenini arttırmaktadır. Ambargolar aynı zamanda İran’ı, şimdiye kadar olduğu gibi, kendi-yapımı teknolojik ve endüstriyel kapasitesini ve altyapısını geliştirmeye zorlamaktadır.

Obama’ya karşılık vermek sorunu bir yana, beni en çok kaygılandıran şey, son zamanlarda İsrail politikasında görülen değişimdir. Son seçim sonuçlarının gösterdiği gibi, ülkedeki hakim politik görüşler merkez-sağdan aşırı-sağa doğru değişti. Hizbullah ve Hamas karşısında yaşadığı iki askerî yenilgi (askerî hedeflerine ulaşamamasından doğan yenilgi- İsrail’in şimdiye kadar uğradığı ilk yenilgiler), dünya çapında lânetlenmesi ve işlediği savaş suçlarına karşı gittikçe büyüyen kızgınlıklarla, İsrail, kendisini eli kolu bağlanmış buluyor ve artan oranda tedirgin. İsrail halkı ve politikacıları, İran’ın nükleer ve uzay teknolojilerindeki ilerlemelere tanık oldukça, endişe derecesi neredeyse gün be gün artmakta. İsrail idarecileri, bölgedeki “teknolojik üstünlük”lerinin, 4-6 yıl içinde buhar olup uçacağı korkusunu yaşamakta. İsrail savaş devletini yöneten Siyonist megalomanyaklar için, bu, son derece sıkıntı verici ve tamamen kabul edilemez bir durum.

Mevcut duruma göre İsrail devleti mahkûm; yolun sonununa geldi. İki yıl önce Hizbullah’la yaptığı 33-gün savaşından sonra Yahudilerin İsrail’e göçü kesin bir şekilde azaldı. Savaş, güvenliğin ne kadar kırılgan olduğunu ve İsrail’de oturmanın tehlikelerini ortaya çıkardı. İran, daha güçlü roketler denedikçe ve füze depolarını arttırdıkça İsrail’de yaşamak daha da tehlikeli olacak gibi görünüyor. İsrail’i vuracak olan bundan sonraki şey, İran’ın balistik füzeleri değil, İran’ın İsrail’i vurma kapasitesinin olması ve İsrail’i vurmasının ağır olacağından duyulan korkunun doğrudan sonucu olarak, İsrail’den dışarıya sermaye ve beyin göçünün yaşanacağıdır. Ayrıca, işgal altındaki topraklarda Filistinlilerin nüfusu hızla artmaktadır ve bir on yıl veya daha sonra İsrail’de Filistinlilerin nüfusu Yahudilerinkini geçecektir.

İsrail, Filistinlilerle olan uzlaşmaz tavrını ve onlara uyguladığı zulmü arttırdıkça ve fanatik Yahudi yerleşimciler ırkçı ve şiddet yanlısı tavırlarını arttırdıkça, Filistinliler, güya “iki devletli çözüm” denilen olguya inançlarını yitirmektedirler.

İsrail devleti bir mengenede sıkışıp kalmıştır. Kendisini bu zor durumdan korumak için iki seçeneği vardır. Ya ülkede halihazırda mevcut apartayt sistemini dağıtıp Yahudi yerleşimcileri işgal edilmiş topraklardan atmalı ve toprakları geri Filistinlilere iade etmeli, yani kısaca, barışı sağlamak için ciddî bir çaba sarfetmelidir ki bu pek olası görünmüyor; ya da yeni bir büyük savaş çıkarmalıdır –tabiî ki İran’la—ve bunu fırsat bilip işgal altındaki topraklardan Filistinlileri çıkararak etnik temizliğe gitmelidir (rasgele bobalama ve ülkeden kovmayı birlikte uygulayarak) ve Hizbullah’a öldürücü son bir darbe indirmelidir (güney Lübnan’ı ve Beyrut’un bazı bölgelerini taş taş üstünde kalmayacak şekilde bombalayarak).

İsrail’in doğasından gelen savaşçı bir devlet olduğuna dayanarak, ikinci seçeneğin daha olası bir senaryo olduğunu söyleyebiliriz.

Benim korkum, İsrail devleti içindeki bazı Siyonist çılgınların, İran’ın muhtemel dedikleri saldırısına karşı önceden saldırı kararı almış olmaları ve Obama idaresine yardım ve destekte bulunması için baskı yapmaya başlamış olmaları. Washington bir süre İsrail’in tasmasını sıkı tutabilir, fakat çılgın ve kana-susamış köpek kayışı parçalayabilir veya şiddetinin gücüyle sahibini, kendisiyle beraber İran’la savaş yapması için sürükleyebilir.

Bunlar İran için zor zamanlar ve yapabileceği en iyi şey hava savunmasını güçlendirmek, caydırıcı kapasitelerini genişletmek ve nükleer teknoloji programıyla füze teknolojisi programlarını şiddetle ilerletmek. İran en kötüsü için hazırlıklı olmalı, ancak Obama idaresinin ciddî bir çıkış yaparak İsrail’i engellemesini, veya İsrail savaş çığırtkanlarını dizginleyerek onları barış yapmaya zorlayabileceğini umut etmelidir. Bu sonuncu seçenek en arzu edilendir fakat İran buna da güvenmemeli.

Son olarak, İran için, Obama’nın meydan okuması ve İsrail’in tehdidiyle baş etmeden başka bu kritik durumda çözmesi gerekecek olan en çarpıcı problemler, İran ekonomisi ve şehirli gençliğinin yabancılaşmasıdır. Yaşamını ve iyi halini koruması için, İran, önüne iki çok önemli hedefi koymalı ve bunları elinden geldiği kadar çabuk gerçekleştirmelidir. Birincisi İran ekonomisini yoluna koymak. İkincisi ise eğitimli şehirli gençliğinin kalbini ve beynini kazanmanın bir yolunu bulma gereği.

Toplumsal özgürlükler üzerindeki kısıtlamaları kaldırmak ve henüz daha tecrübesiz olan ve görevini tam yapamayan demokrasisi ile problemleri çözmeye çalışma kesinlikle yararlı olacaktır fakat yeterli değildir.

Bu iki hedef, yaratıcı ve öncülük gerektiren kamusal ve ekonomik politikalarla birleştirilebilir. İran, gençliğinin enerjisini ve yeteneklerini yararlı bir şekilde kullanmak üzere keşfedici ve yaratıcı yollar bulmalıdır. Gençleri harekete geçirmek için ve beceri ve yeteneklerini ülkelerinin çıkarlarına hizmet etmeye adamaları için bir yol bulmalıdır. Gençlerin yaşamları, bugün, uydular tarafından her gün onlara neşredilen batı kültürünün en kötü yönlerini taklit ederek ve benimseyerek meşgul oldukları, üretici olmayan ve sönük yaşam tarzlarını yaşayarak ve enerji ve yeteneklerini boşa harcayarak geçiyor.

Gelecek 4-6 yıl, İran’ın geleceği için hayatî öneme sahip yıllar ve heba edilmemeli.

Behzad Majdian,  2009 / Mart

Bu makale Hatice Aksoy tarafından çevrilmiştir. Kendisine teşekkür ederiz…

İlgili Makaleler

Bir yanıt yazın

Başa dön tuşu